29 Aralık 2010 Çarşamba

İnanç mı bilinç mi?


İnanç, bir çok insana göre dört elle sarılmamız gereken bir olgu. Hatta bunun için hayvanları örnek göstererek, içgüdüleriyle doğada hayatta kalabilmelerinden bile bahsedir. Lâkin insan türü yaşam tarzında hayvanlara fark atmıştır. Ve bunu sadece içgüdüleriyle yaptığını söylemek açıkcası biraz tuhaf olur. Çünkü hayatımızı kolaylaştıran araç ve gereçler araştırmalar neticesinde ortaya çıkmış bilimsel çalışmalardır. Tabii ki bu yolda içgüdülerden faydalanılmıştır. Ama kesin bir gerçek vardır ki o da medeniyetin bilinç ile geliştiğidir.

Şüphesiz ki daha iyi bir yaşam yolunda en gerekli şey eğitimdir. Ve eğitim inançla sağlanmaz. Tabii burada inanç derken sadece tanrıya inanıp inanmama durumundan bahsetmiyorum. Ama en genelde inanç kavramı bütün konularda insana bilincini kaybettirmektedir. Çünkü insanlar bilmedikleri şeylere inanırlar. Ve bu inanç onlara kendilerini daha rahat hissettirir. Bilinç ise çoğu zaman insanı rahatsız eder. Çünkü sürekli olarak kafa kurcalar ve karıştırır. Lâkin şu unutmamalıdır ki rahatlayan beyin kaybolur gider. Çünkü çalışmasını gerektirecek bir neden yoktur. Ve çalışmayan organlar hem kısa vadede hemde evrim sürecinde zamanla işlevlerini kaybederler. Bu sebeple evrenle ve yaşamla ilgili sorulara verilecek uhrevi cevaplar belki insanı rahatlatır. Ama bu bir çeşit uyuşturucu gibidir. O rehavet ve rahatlık döneminde başımıza her türlü şey gelebilir. Beyin sürekli çalışma modunda olmalıdır. Beyni bir adale gibi düşünebilirsiniz. Nasıl ki bir sporcunun vücuduyla, hiç spor yapmayan hımbıl bir insanın vücudu aynı değilse, kafayı hiç çalıştırmayan ve cevapları kendi araştırıp bulacağı yerde hazır verilmiş cevaplara inanan ve hiç düşünme gereksinimi duymayan birinin beyni de, sürekli araştıran ve sorgulayan birinin beyni de aynı olamaz.

Tabii bir de insanlar, bir yere ait olma duygusundan dolayı sürekli bir şeylere inanmak isterler. Bilinçsizce oy vererek seçtikleri politikacıların onları refaha kavuşturacağına inanmak isterler. Ama kesinlikle oy verdikleri partinin bir ekonomi politikası var mıdır, ya da terör konusunda ne yapacaklardır? diye sorgulamak istemezler. Çünkü sorgulamak isteseler bile bilgileri yetmeyeceğinden bu çok yorucu bir işlem olacaktır. En iyisi inanmaktır. Zaten çocukluğumuzdan beri hep, "böyle şeyleri düşünme kafayı yersin" ya da "Bunları sorgulama dinden çıkarsın" gibi telkinlerle büyütülmüşüzdür. Ama nadir de olsa bazı insanlar çıkıp toplumun onlara kaktırmak istediği bilgileri sorgulama ihtiyacı duyarlar. Ve o bilgilerin doğrulunu kendileri onaylamak isterler. Genellikle bu insanlar sanatçılar ve bilim insanları arasından çıkarlar. Ve sürekli işleyen sisteme çomak soktuklarından yönetici kesim için en tehlikeli insan modelleridirler. Ama insanlık tarihine baktığımızda insanlığa en faydalı olmuş modeller de yine sanatçılar ve bilim insanları arasından çıkar. Tüccarlar, politikacılar ve din adamlarıysa vahşi kapitalist düzeni ayakta tutmaya çalışan sömürücülerdir.

Bugün dünya kaynaklarının % 40'ına % 1'lik bir kesim sahipken, geri kalan % 60'ı % 99'luk bir kesim tarafından kullanılmaktadır-ki aslında bu da yine oldukça dengesiz bir şekilde dağılmıştır. Esasında en temelinde sorun, ekonomik değildir. Asıl sorun bilinç sorunudur. Şöyle diyor Krişnamurti, "Bu denli hastalıklı bir topluma iyi eklemlenmiş olmak, sağlıklı olmanın bir ölçüsü olamaz."

İnanç insanların umut kapısıdır. Ve ayakta kalmalarını sağlayan yegane kavramlardan biridir. Ama inanç yıkıldığında, inananı da yanında götüren en büyük zaaflardan biridir. Örneğin insan aşık olduğuna inanmak ister. Ve inanmalıdır da. Ama o çok inandığı aşkı ona ihanet ettiğinde neler hisseder bir tahmin ediniz. Bilgi ise değişkendir ve bütün fikirlerimiz, düşüncelerimiz edindiğimiz bilgiler sayesinde şekillenirler. Bu bakımdan değişen bilgiler tabii ki fikirlerimizin de değişmesine sebebiyet verecektir gayet doğal olarak. Ayrıca bilgiye olan ihtiyacımızın inanç gibi duygusallıkla alâkası olmadığından, bir bilgiyi çöpe atıp güncel bilgiyi elde etmek hiç de sorun olmayacaktır. Ancak hiç bir inanç öyle kolaylıkla çöpe atılır yapıda değildir. Çünkü yapısı gereği dogmatiktir. Eleştirilemez, sorgulanamaz. Zaten bu sebeple hala daha toplumlarda 2000 senelik kör inançlar devam edebilmektedir.

Örneğin batıl inançları ele alalım,
Elbette ki bugün batıl dediğimiz bir çok inanış vakti zamanında bir gereklilikten dolayı ortaya çıkmıştır. Ama zamanla değişmez dogmalar haline gelen bu davranış biçimleri ve inançlar günümüz dünyasındaki modern insanın yaşam tarzına uygunsuzdur. Bu tip inanışların bir dogmaya dönüşmesi ise kara cahil insanlara bilgiyi sunma yolunda yaşanan sıkıntılardan kaynaklanmaktadır. Mesela 1500 sene önce çölde yaşayan bir bedeviye merdivenin altından geçmemesi gerektiğini, merdivenin tepesine düşebileceğini ya da boya yapmakta olan birinin boya kovasının kafasına geçebileceğini ayrıntılı bir şekilde anlatmaya çalışırsanız kafası karışabilir. Ama "Merdiven altından geçmek uğursuzluk getirir." der ve tabulaştırırsanız, o bunu sorgusuz sualsiz uygulayacaktır.

Kısacası dünün dini, bugünün mitolojisidir. Bugün Zeustan bahsedecek olsak, bunu mitoloji kapsamında ele alırız. Ama Zeus zamanında tabii ki de konuyu bu şekilde ele almak mümkün değildi.

Kuşguculuk yani septisizm'i bir çeşit paranoyaklık olarak ele almak da sanırım işin kolayına kaçmak oluyor. Çünkü şüphe olmasa bilim zerre yol katedemezdi. Ben bu konuda daha çok Bertrand Russell'ın septisizmini tercih ediyorum. Yani Russell'a göre sorgulanmayacak ve şüphe duyulmayacak hiç bir şey yoktur. Yani, bir şeyin bugüne kadar olmuş olması bugünden sonra da olacağı anlamına gelmez, gibisinden bir açıklamadır Russell'ınki. Diğer septiklerden farklı olarak, Russell'ın şüphesi bilmeden ve sorgulamadan inanmak eylemine karşıdır. Ve bence de en mantıklı davranış şekli budur. Çünkü kalıplaşmış düşünce yapıları Faşizmin ta kendisidir. Ve doğrular, zamana, mekana, duruma ve kişilere göre sürekli değişiklik göstermektedirler. Bu bakımdan aradığımız cevaplar kesinlikle sabit düşünce kalıpları içinde değildir.

Sanatın ve bilimim önünü tıkayan en önemli şey de budur zaten. Bu düzenin yürümesini isteyen yönetici kesim gücü elinde tutabilmek adına toplumları aptallaştırmak için elinden geleni ardına koymamakta. Ve insanlık bir bütün olarak bilinçlenmediği sürece hiç kimsenin oları aydınlığa çıkaracağı falan yoktur. Bunun açıklamasını Kahramanlık felsefesi adlı yazıda açıklamaya çalışmıştım.

Ha çözüm ne diye soracak olursanız, tabii ki kısa vadede bir çözüm ya da sihirli deynek yoktur. Çünkü eğitim düzeyinin artması toplumların bilinçlenmesi nesiller alır. Ama en azından bu kadarını bilmek bile şimdilik yeterlidir.

Bu arada yazının başına afişini koyduğum "Man from earth" adlı filmi şiddetle tavsiye ederim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

T.C kanunlarına aykırı, ya da hakaret içeren yorumlar yayınlanmayacaktır. Akıllı olun!